1 Mart 2012 Perşembe

Bir ayrılışın hikayesi...


(Cem Üründül)

Almanyaya göçümüzün başlamasına artık saatler kalmıştı. Yarın sabah kalkacak uçakla yeni yurdumuza uçacaktık. Son gece, tüm arkadaşlarımdan, dostlarımdan ve akrabalarımdan vedalaşmak için Yeşilköyün sokaklarında oradan oraya koşturuyorum. Ayrılmak olgusu tüm ağırlığını şiddetle duyurduğu bir akşamdı bu, 1973 yılının mart akşamı.

Gayet tabii ki her vedalaşmamı, ayrılmanın verdiği acıya karşı bir büyülü cümle gibi anımsadığım, “en geç önümüzdeki sene görüşmek üzere” ile bitiriyorum.

En son olarak N le vedalaşacaktım. N benim aynı sınıfımdan çok sevdiğim bir kız arkadaşımdı. O zamanlar, ona yakınlığımı bilen ister kız, ister erkek olsun bütün arkadaşlarım “erkeklerle kadınlar gerçekten arkadaş olamazlar” tezini savunurlar ve bu ilişkinin gerçek yüzünü itiraf etmemizi beklerlerdi.

N onlar için biraz tuhaf biriydi. Bizim o dönemlerde her gencin yaptığı gibi yaptıklarımız çocuksu çılgınlıklara katılmaz, hatıra defterleri yazmaz, flört etmez veya bizlerin değimi ile kırıştırmaz, bizimle gece yarılarına kadar kızlı, erkekli ortalarda dolanmazdı.



Gerçektende, halleri, hareketleri, dünyaya bakışı hiç öteki yaşıtlarına benzemeyen bu kısa siyah saçlı, siyah gözlü, narin yapılı, güzel ve sakin genç kızın benim için önemi çok büyüktü. Bunun bir kaç sebebi vardı.

Birincisi, N “üstün zekalı” biriydi. Lisede tüm derslerde en iyi notları o alırdı. Sonraları onun aslında evde sadece kısa bir süre hatta üstün körü ders konularını, hangi ders, hangi konu olursa olsun bir kez okumasının yettiğini gördüm. Aslında okuldaki konular onun için hiç bir zorluk teşkil etmiyordu. Benim anlamakta güçlük çektiğim, cebir gibi konuları en kısa yoldan, benim anlayacağım gibi anlatır, ev ödevlerimde yardım ederdi. Ben genellikle N nin evine gider, hiç bir mantık bulamadığım ev ödevlerimi onunla yapardım, daha doğrusu o yapardı.

İkincisi, ben onunla diğer arkaşlarımla konuşamadığım ama beni o zamanlar çok ilgilendiren bir takım felsefetik konuları konuşabiliyordum. Örneğin, Albert Einstein`nın izafiyet teorisi gibi veya acaba bilincin dışında varlık olabilir mi? gibi ele avuca sığmayan konular. O, bu konularda çok okur ve düşünürdü. Onların yeşilköyün röne parkının yakınındaki evlerinin balkonunda oturur, onunla birlikte gençligimizin verdiği cesaretle dünyayı kavramaya, bazen düzeltmeye, bazende eleştirmeye çalışırdık.

Her ikiside öğretmen olan annesi ve babası, anlıyabildiğim kadarı ile benim oraya gelmemden veya bazen N ile dolaşmaya çıkmamdan memnun kalırlardı. Bildiğim kadarı ile o yaşlardaki kızlarda olduğu gibi sırdaşı sayılabilecek bir kız arkadaşıda yoktu. Özellikle annesi, kızının yaşıtları kızlara benzemediğinden huzursuz olduğunu arada bir dile getirirdi. İyi ki geldin oğlum, bu kız yine saatlerdir boyundan büyük kitaplarda boğuşmakta diye beni çok defalar karşılamıştı. Bazende “burada oturup dünyayı düzelteceğinize, gidin biraz dolaşın” diye bizi dışarı yolladığını hatırlıyorum. Bizde dışarıya yollandığımızda, konuşa konuşa röne parkı gezer, yeşilyurda kadar uzanıp geri gelirdik.

Onun bana derslerime yardımının karşılığında bende ona “hayatın tam ortasından” son yenilikleri anlatırdım. Mesela, kim kimle çıkıyor falan gibi şeyler. Ama bu anlatıklarımın içinde en önemlisi, kendi meceralarımdı. Hangi kızla çıkmışım? Kiminle kırıştırmışım ve neler yapmışız. Bu konuları nerdeyse en son detayına kadar anlatmamı ister, “Bilirsin benden laf çıkmaz” diye başlar, allem kallem eder, “sende amma utangaç oldun” diye kışkırtır ve sonunda istediğinede ulaşırdı. Bende, nerdeyse açık saçık sayılabilecek bir şekilde ona en son hikayelerimi dallı budaklı bir şekilde anlatırdım. Ama gerçektende böyle şeyleri başkasına anlatmazdı, son derece güvenilir biriydi. Ben böyle meseleleri hayatımda tek paylaştığım, ilk ve son insan oydu. Ona böyle şeyleri anlatırken, bana başka bir insanla paylaştığım mahremiyete ihanet ediyormuşum gibi gelmezdi. O aynı zamanda benim en güvendiğim sırdaşımdı.

Bazende ona kimlerin ilgi duyduğunu iletir, bağlantı kurmaya çalışırdım. Ama o herkezde bir kusur bulurdu.

Burada başka bir konuyuda anlatmam gerekiyor. Benim o evde bir lakabım vardı. Canavar. Kapıyı bana açtıklarında, kim olusa olsun, içerdekilerine kimin geldiğini belirtmek için “Canavar geldi” seslenirlerdi. İçinizde beni tanıyanlar bu lakabı haklı olarak yadırgıyabilirler. Kısaca nereden geldiğine değineyim. N`nin o zamanlar yedi yada sekiz yaşlarında küçük bir kız kardeşi vardı. Bu çocuk ablasının tersine haşarı, yani düz duvara tırmanır diye terif edilen ama çok sevimli bir çocuktu.

Ne zaman başladığını hatırlamıyorum ama benim orada olduğumda sık sık oynadığımız bir oyun vardı. Bu küçük kız genellikle oturduğumuz balkona gelir ve bana “hadi şimdi canavar ol” derdi. Bende derhal ayağa kalkar, bir yandan sallana sarsıla bir robot gibi yürürken, öbür yandanda hiç bir anlamı olmayan o anda uydurulmuş sözcükleri gürültülü bir şekilde bağıra çağıra onun peşine düşerdim. Pek hızlı olmasada bu canavar hedefinin peşini bırakmazdı. O da ablasını saklandığı odadan çığlık çığlıga yardıma çağırırdı. Bu kovalamaca genellikle ablasının odasında müthiş bir yastık savaşı ile son bulurdu. İki kardeş bir olup canavarı yastıklarla bir güzel döverler, yerlere savurular hatta üstüne oturup “söyle bakalım, hala canavarlık yapmak istiyormusun, seni gidi hain canavar?” diye sorarlar, hatta bu oyununun havasına kendini iyice kaptırmış olan küçük kardeşi beni hemen oracıkta boğmaya veya elimi ayamı bağlayıp esir almaya kalkışırdı.

Gayet tabii ki, canavarda bu yenilginin ardından pes ettiğini söyler, artık bundan sonra “iyi kalpli bir canavar” olacağına ve onlar ne derse onu yapacağına söz verirdi. Bu oyun aşşağı yukarı yarım saat kadar sürerdi. Bu bağrışlı, gürültülü oyunu komşularda bildiğinden kimse sesini çıkarmaz veya tedirgin olmazdı.

Hava karamaya başladığında evlerinin zilini çaldım, annesi açtı. İçeriye girdiğimde, küçük kız kardeşi boynuma sarıldı.

- Bir daha gelecek misin?
- Tabii geleceğim ama bir yıl sonra.
- Gitmesen olmaz mı?
- Olmaz, gitmem lazım ama sen bir üst sınıfa geçtiğinde geleceğim ve hemen canavar olacağım.

Anne ve babasınla da vedalaştım. Annesi ağlıyarak “ yolun açık olsun, seni hepimiz özleceğiz” dedi. Babasıda “Oğlum, (Almanyayı kastederek) hiç süphen olmasın, sen İstanbulda doğmuş büyümüş birisin, oralarda herseyi becereceksin, hiç yabancılık çekmeyeceksin.” diye cesaret vermeye çalıştı. Hatta bu gün bile yabancı, hiç bilmediğim ülkelerde veya şehirlerde önüme hiç beklemediğim sorunlar çıksa aklıma bu ögüt gelir ve kendi kendime “yahu sen istanbullu birisin” der, bundan (belkide haklı olarak) cesaret alırım. Hepsinle sarıldım, tekrar görüşmek üzere vedalaştım.

Böylesi bir ortamda gayet sakin ve akılcı görünen N “son bir kez birlikte röne parka kadar yürüyelim mi?” diye sordu. Birlikte dışarıya çıktık. Hava şimdi daha da kararmıştı. Elimi tuttu yürüken. İlk kez degildi, elimi tutması ama şimdi bu el, benimle daha doğrusu canavar boğuşan veya şakalaşan el değildi. Bambaşka bir sıcaklık, bambaşka kararlılık vardı bu elde. Hiç bir şey söylemeden yürüyorduk. Belkide ortamı normalleştirmek için, diger arkaşlarımdan nasıl vedalaştıgımı anlatmaya başladım. Bana dönerek, gecenin karanlığında çakmaklaşmış siyah gözleri ile sanki beni delip geçmek istermişçesine bakarak “sus şimdi, tek laf duymak istemiyorum” dedi.

Hiç konuşmadan el ele röne parka gelip, yeşilköyün körfezine bakan bir banka oturduk. Başını omuzuma yasladı. Ellerimi, ellerine alıp körfezin ışıklarını izlemeye koyuldu. Yüzündeki ifadeye bir anlam vermeye çalışıyorum. Üzgün desem, pek öylede gözükmüyor. Onun bu, gözlerini kısarak uzaklara bakan halini ben aslında defalarca görmüştüm. O her zaman çözülmesi zor bir matematik yada cebir problemini kafadan, kağıt kalem kullanmadan çözmeye çalıştığında böyle yapardı. Ama ortam o ortam değil. Başı omuzumda, ellerim ellerinde. Bilmiyorum ne kadar orada oturduk. Hafiften bir yağmur başladı. Ayağa kalktı, gayet sakin “hadi dönelim” dedi. Yine sanki her zaman yaptığımız en normal bir şeymiş gibi, el ele hiç konuşmadan yürüyoruz.

Evlerine yaklaştığımız bir köşede, bir anda durdu. Elimi bıraktı ve önümde yüz yüze durdu. Gözlerinde yine o kararlı bakış. Beni tuttu, dudakları dudaklarıma değdi. Uzun, cesur, gururlu ve kayıtsız şartsız bir sevgi ile dolu bir öpüş.

Beni bıraktı ve çok sakin bir sesle “sersem canavar, sen, seni gördüğüm ilk andan beri benim büyük aşkımdın. Biliyorum, böyle bir gençlik sevdası hayatın dalgaları içinde kaybolup gidecek, bir iz bile kalmayacak. Ama çok düşündüm, sana gitmeden önce bunu söylemek istedim. Sebebine gelince, kendimin akıllı biri olduğunu biliyorum. Akıllı ama kendinden, daha doğrusu aklının dışındaki olgulardan, duygudan korkan biriydim. Bu böyle kalamazdı ve bu gece bunu değiştirmek için son şansımdı. Eğer sana bunu söyliyemeden ayrılsaydık, ömrümün sonuna kadar o korkak kişi kalacaktım. Şimdi ayrılabiliriz.”
Tekrar sarıldık. Ben uçurumların en derinine düşmekteyim. Galiba “seni hiç unutmayacağım” falan gibi bir takım laflar söylemeye çalıştım ama kendi sesimi duymaktan aciz bir durumdayım. Son bir kez yüzümü okşadı, arkasını döndü ve evine doğru yürüdü gitti.

Yağmur iyice hızlanmıştı. Aklımdan milyonlarca soru işaretleri geçiyor, ayakta durmak şimdi çok zor. Ona anlattığım abuk sabuk, ipe sapa gelmez, çocuksu hikayelerimi düşünüyorum. Dudaklarımda hala onu hissediyorum. Bazen gerçekten yer yarılabilmeli ki hemen o anda insan içine altlayıp bu dünyadan hemen kaybolabilmeli. Ama hayat o kadar kolay değil. Ne kadar orada yağmurun altında durduğumu hatırlamıyorum. Ama sarhoşmuşçasına eve doğru yürürken, aklıma ona bir kaç gün önce, Almanyaya giderken çok rahat olacağımı, “kalbi boş” gideceğimi anlatmıştım. Bu şimdi birden bire bir yalana dönüşmüştü. Yüreğimde utançla karışık, sımsıcak ve keskin bir acı vardı. Sırılsıklam son kez yeşilköydeki evimize geldim.

Bu geceden sonra N`i bir daha görmedim. Aşşağı yukarı bir seneden sonra tekrar geldiğimde anne ve babasının iç anadoluya atandıklarını öğrendim. Tüm aramalarıma rağmen, hiç bir iz bulamadım.

Önemli bir not:
Sevgili N, eğer tesadüfen günü birinde bu yazımı okuyacak olursan, sana bir kaç sözüm var.
Güzel ve üstün zekalı kız,
Sen bana o gece “Biliyorum, böyle bir gençlik sevdası hayatın dalgaları içinde kaybolup gidecek, bir iz bile kalmayacak” demiştin. Yanıldın. En azından beni açımdan yanıldın. Buna ne kadar seviniyorum, bilemezsin. O zamanlarda idda ettiğim gibi, her şeyi benden daha iyi bilmen imkansız, hep senin haklı olman da imkansız. Gördüğün gibi o an, hayatın dalgalarında kaybolup gitmiş değil. O gece, belki sadece bir dakikayı kapsayan duydugum his, daha sonra tüm kadınlarımdan beklentilerimi şekillendirdi. Dimdik ayakta duran, onurlu, dürüst, akıllı, cesur ve güzel kadınları çekici buldum, onları kendime eş aradım, onlarla oldum. Hayır, onlar senin kopyaların değildi, sadece senin gibi kopyasızdılar. Bunun böyle olduğunu kavramamın, en azından 35 yıl sürdüğünü sana itiraf edersem, sanki şu anda söylediklerini duyuyor gibiyim; “Ne kadar yavaş kavramaktasın, hala hiç değişmemişin”.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder