1 Mart 2012 Perşembe

40 yıl önce Yeşilköy'üm..

(Prof. Dr. H. Barış Diren)


Yeşilköy İlkokulu, (ŞİMDİKİ ARİF ŞENEL ) aynı şu andaki yerinde ancak kısmen ahşap bir yapıydı. Karşısındaki camii de aynı bu günkü gibiydi ama sanki daha bir ağaçlar arasında ve daha bir sevimli idi. Teneffüslerde o caminin avlusuna gider, yaşlı amcaların abdest aldıkları çeşmelerden su içerdik. O amcalar her gidişimizde bizi sever, şakalaşır hatta bazan okul kapısındaki seyyar satıcıdan leblebi unu alırlardı (herhalde biz isterdik..). 


Yeşilköy İlkokulu'nda benim sınıf öğretmenim Rıza Ergezer idi. Diğer sınıfınki de Ayşe Bumin öğretmen. Zaten iki sınıf idik.Diğer sınıf bizim sınıfta olmak isterdi, biz de diğer sınıfta. Niye mi; çünkü her bahar geldiğinde mutlaka ama mutlaka bir kaç kere pikniğe gidilirdi. Her sınıf diğerinin gittiği yeri arzulardı nedense...Bir de yerli mallar haftasında getirilen meyvalar, kuruyemişler falan nedense hep diğer sınıfta daha çok ve güzel olurdu. Ayrıca 2. ve 3. ders arası teneffüste dağıtılan süt tozundan yapılma süt de hep diğer sınıfta daha lezzetli gibi gelirdi bize.... 



Okulun kapısındaki seyyar satıcılar hepimizi adımızla bilirdi. İçinden dünya ülkelerinin bayraklarının çıktığı o hiç yemediğimiz ama, deli gibi satın aldığımız şekerlerle ilgili zaman zaman promosyon da yaparlardı. 5 tane alana 1 tane beleş gibi (5 tanesi 25 kuruştu)... Ama dedim ya, en çok da leblebi ununu severdik. Toz şeker katarak yemeyi. Dudaklarımızın çevresinde biriken unları Müdürümüz Arif öğretmen kendi mendili ile silerdi 

(Müdür beyin cepleri mendil doluydu. Her birimize farklı mendil çıkarırdı. Allahım bu nasıl bir incelik, bu nasıl bir sevgidir, yarım asır geriye baktığımızda gördüklerimiz ve yaşadıklarımız bugün masal gibi geliyor. Neymişiz, ne olduk ya rabbim...). 




60'lı yılların sonlarına denk düşen o dönemlerde, Röne park'ın kayalıklarından denize girer, orada midye çıkarıp teneke kutuların kapakları üzerinde ateşte pişirir yerdik. Bir de kendi yaptığımız oltalarla Lapin ve Kaya balıkları tutardık (nedense ?)...Yaz başlarında da gümüş balığı, ama bunların hiç birini yemezdik. Gümüş balıklarının ne kadar lezzetli balık olduğunu yıllar sonra Kumkapı'da bir meyhanede yiyince öğrenecektim... 



Yine o yıllarda ailelerimizle birlikte denize gittiğimiz yer ise Kapri plajıydı. U şeklinde tahta iskeleler üzerine kurulmuş kabinlerden oluşan küçük, sevimli yer; sanki bir aile mekanı gibiydi. Yine herkes birbirini tanır, anneler koyu muhabbetlerdeyken biz çocuklar sudan çıkmaz, akşam alacakaranlığına kadar oynardık. Bu süre içinde de karar vermemiz gereken en önemli konu; akşam gideceğimiz Reks Bahçesi adındaki yazlık sinemamızın önünde kaçta buluşacağımız olurdu. 



Reks Bahçesi... Hergün değişen filmleri ile yaz boyunca hiç aksatmadan gittiğimiz o nefis sinema. Ayçekirdeği ve Uludağ gazozu...Doktor Jivago, İyi, kötü ve çirkin, James Bond ve daha ne filmler.... Ah az daha unutuyordum, sinemaya genellikle biraz erken gelinirdi. Hemen sinemanın yakınında olan şu anda birtakım küçük kafe ve lokantaların yer aldığı alanda, küçük bir luna park vardı, onun önünde de bir çay bahçesi. İşte bu luna parkta salıncağa binilir, çay bahçesinde de semaver getirtilip akşam yemeği sonrası çayları içilirdi. Acaba, o çay bahçesinde canlı müzik yapan Selçuk isimli genci kimse hatırlıyor mu ? Allahım, "Bir teselli ver" şarkısını ne kadar da güzel söylerdi.... 



Yaz sadece deniz ve sinema değildi elbette. Bizim için "sokak" demekti, yani bitmek bilmez oyunlar, muhabbetler, arkadaşlar... Efendim kimler hatırlayacak bilmiyorum ama, Çınar otelinin önünde o yıllarda bir futbol sahası vardı. Galatasaray kamp yapmaya Çınar oteline gelirdi ve o sahada onlar da antrenman yaparlardı. Kaleperoviç'in kaleci Varol'u çalıştırması ise ayrı bir seyirlikdi doğrusu. Varol, çılgınlar gibi çalışır, panter gibi uçar, çığlık çığlığa bir antrenman çıkarırdı. Ama o hafta yine yedek kalır, kaleye Yasin geçerdi... İşte o Çınar otelinin önündeki sahada bizler mahalle maçları yapardık. Akşamüstü saat 17 dolayında başlayan maçlarımızı izlemeye ne çok seyirci gelirdi. Limonatacı ve Küçükçekmece'den gelen lahmacuncu maçlar boyunca seyircilere servis yapardı (1,5 lahmacun 75 kuruş, bir limonata 25 kuruş... Nefis bir öğün değil mi). 



Karşılıklı teklif ile oluşturulan maçlardan ilk defa organize turnuvaya geçişi ben yapmıştım. Tüm mahalle takımlarına tek tek teklifte bulunup, kayıt almış, her bir oyuncularına kendi elimle hazırladığım lisans bile çıkarmıştım. Birinciye bir kupa, ikinci ve üçüncülere de birer madalya verdik. O turnuvaya 22 takım katıldı. Bir yaz boyu oynadık. Hörgüç Nedim ile Semih Bedevi (Medeni)'nin de oynadığı "İstasyon Caddesi" isimli takımları, yarı finalde bizi elemişlerdi. Onları da finalde Menekşeden gelen bir takım yenip, kupayı kazanmıştı. Ermeni arkadaşlarımızın takımında Seto isimli bir oyuncu vardı. O'nu transfer etmek için ne numaralar çevirmiştik..Sonunda da bu transferi başarmış, Seto'yu yarı final maçında bizim takımda oynatmıştık (ama yine de Semih'ler biz yenmişti...). 



45 yıl geriye gidince Yeşilköy, işte böyle günler yaşanan bir beldeydi. O yıllarda sahil yolu yapılmamıştı, 81 no.lu Eminönü-Yeşilköy otobüsü de yoktu. Herşeyimiz trendi. II. ve III. cü mevki vagonları olan trenimiz. II. mevkisi yeşil deri koltuklu, III. mevkisi ise sıra sıra tahta kanepelerden oluşan trenimiz (I. mevkisi hiç yoktu...). 



... ve tabi bir de o güzelim faytonlarımız. Bizi tren istasyonunun önünde bekleyen sevimli faytonlarımız. Sürücünün yanına oturmak için can attığımız, ayak ile çalınan zilini çalmak için nerdeyse ömrümüzü verebileceğimiz o faytonlar... Yeşilköy sokaklarının tek taşıtlarıydılar.Güçlü ve güzel atları, süslü ve tertemiz arabaları ile birer biblo gibiydiler.. 

Yeşilköy'üm sen gerçekten var mıydın ?

Ya da bizim yaşadığımız o cennete ne oldu şimdi......

Prof. Dr. H. Barış DİREN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder