25 Ekim 2015 Pazar

Yandaki Ev.. (Halim Barışın anıları II. Bölüm)

ÖNSÖZ
„Yesilköy anilarim“in bazilarini toparlayip yazdiktan sonra, bir taraftan yakinlarimin, arkadaslarimin etkisi diger yandan da Cem Üründül’ün mükemmel „Bir Yesilköy Vardi“ si ikinci bölüme baslamama neden oldu. Yazdikca yillar öncesinin simalari aklima geldi, bir ipucu ile biraz da arastirip (internet sagolsun) cogu kisiyi, olayi animsayabildim. Özellikle „Esnaflar“ ve „Balikcilar“ kisimlarinda ne yazik ki cogu kisiyi unutmusum (veya toparlamayi erken kesmisim). Simdi ise birinci bölümdeki basketboldan sonra biraz da voleybol ile ilgili eski, cok eskilere dayanan isimler…. Kodak fotograf makinem… ve: „Yandaki ev“…. Evet, bu kez odak noktasi „yandaki ev“.



Yandaki Ev
Bizim ev Rihtim sokagin sonundaydi, o zamanlar No. 40 idi, ancak kapimiz Rihtim Sok. ile üst araftaki Liman Sok. arasindaki daracik kisacik sokaktaydi; o sokagin da bir ismi olsa gerek (acaba Rüzgar Sok. miydi?); o kadar dardi ki bir araba (at arabasi veya otomobil) anca gecebilirdi.


(Meraklisina: simdi Rihtim Sok. yok, Iskele cad. olmus; denizin hemen kenarinda olan „Bizim Ev“in simdiki yeri ile deniz arasinda bir yol, biraz otopark, bir yesillik alan, bir yol daha ve bir mendirek var )

Ahsap, eski bir ev olan „Yandaki Ev“ ile aramizda iste bu sokakcik vardi.

Yandaki evde Madam Zina otururdu (hani iskorpit corbasi yapan) ve hatirladigim kadari ile hep siyah giyerdi. Her yaniyla tam bir „nine“ idi. Annemle ayaküstü sohbet ederlerken ben annemi cekistirir, „haydi..haydi“ derdim ki, 40 yildir beni taniyan esim bu huyumun hic degismedigini söyler.

Madam Zina’nin iki oglu vardi: Sasha ve Valek (herhalde yaklasik 1925 ve 1930 dogumlu idiler). Ikisi de cok iyi voleybolcuydular, öyle ki milli takimin belkemigini olustururlarmis:

C:\Users\a25005\Desktop\YESILKöY\voleybolcular.jpg
1953: Voleybolda ILK ulusal takımımız…..
Soldan sağa ayaktakiler: Aleksandre Holyafkim, Marsel Şalabi, Ayhan Demir, Sacit Seldüz, Saman Bergerden, Sinan Erdem, Lui Şalabi. Oturanlar: Vahit Çolakoğlu, Muammer Pamuk, Haluk Kanbay(Antrenör), Faik Gökay(S.O.F. Başkanı), Tevfik Artun (Hakem). Öndekiler: Ziya Kayacan, Gültekin Gürel, Selçuk Atamer, Valentin Holyafkim, Yiğit Ayaşlıoğlu.

Biraz da voleybol tarihinden yapraklar (resmi kaynaklardan):

O dönemde Türk voleyboluna yalnız oyunculuğu, antrenörlüğüyle değil, girişimci kişiliğinden kaynaklanan gönüllü yöneticiliğiyle de büyük katkılarda bulunan Ayhan DEMİR (1927-1994), 1952 yılında, ne yapmış ne etmiş, üniversiteli sporculardan kurulu bir basketbol takımı ile bir voleybol takımını, Mısır'ın çağrılısı olarak Kahire'ye götürmüştü. Türk voleybolcuları orada yabancı hakemlerden, bizde uygulanan kuralların çoktan değiştirilmiş olduğunu, oyunumuzun dizilişlerden vuruşlarımıza kadar pek çok yönüyle uluslararası kurallara uymadığını öğrenince, büyük bir düş kırıklığına uğradılar. Yurda dönüldüğünde Spor Oyunları Federasyonu'na başvurulup durum ayrıntıları ile anlatıldı : Yıllardır yabancı karşılaşma yapmamak, kuralları izlememek yüzünden, utanç verici bir duruma düşülmüştü.

Bunun üzerine, 1953'de, Yugoslavya ile İstanbul'da bir maç yapılması için harekete geçildi. Bir ulusal takım seçilip Mısır'da edinilen bilgilerin elverdiğince çalıştırıldı. Spor ve Sergi Sarayı'nda oynanan bu ilk beş setlik maçımızda ulusal takımımız Yugoslavların yadırgadığı çekmelerle bir set kapıp 3-1 yenildi. Yugoslavlar pasör kaçırarak üç oyuncuyla hücum ediyorlardı. Bizim voleybolumuz ise daha üç pasör üç smaçör anlayışını aşmış değildi. Nerden vuracağı önceden belli tek smaçörle hücum ediyorduk. Bu maçı bir Türk başhakem yönetmese büsbütün çaresiz kalacaktık. Çünkü daha faullü vuruşlarımızı düzeltebilmiş değildik. Spor Oyunları Federasyonu yetkilileri, durmadan gelişen dünya voleybolu karşısındaki durumumuzu gözleriyle görünce, sporcularımızı, antrenörlerimizi eğitmek üzere, Yugoslavya'dan bir antrenör getirdiler. Danila POJAR adındaki bu antrenör Türkiye'deki maçları izledi, kurslar açtı, takımlarımızın çağdaş yöntemlerle çalıştırılmaları için gerekli bilgileri verdi. Aynı yıl Ankara'da düzenlenen üç üniversite takımı arasındaki uluslararası turnuvayı, Yugoslavya ile Yunanistan'ı yenen Türkiye kazandı. Ama, bir yıl sonra, 1954'de, Belgrat'ta yapılan ikinci ulusal maçımızda Yugoslavya'ya gene, hem de 3-0 yenildik. Maç on yedi dakika sürmüş, Türk takımı çözülüp gitmişti. 1955 yılında ulusal takımımız hiç maç yapmadı. Ama yabancılarla oynamanın, iyi takımları görmenin önemini anlayan sporcular dışa açılmanın başka yollarını aradılar. 1953'den 1957'e kadar sürekli hem İstanbul, hem Türkiye Şampiyonu olan Galatasaray takımı, ulusal takımın birçok oyuncusunu da içinde bulunduran kadrosuyla 1955 yılını yabancı karşılaşmalarla geçirdi.

Ilginc olan ilk milli takimda 12 voleybolcudan dördünün Yesilköylü olmasi (benim bildiklerim, belki aralarinda baska Yesilköylü de vardir, kim bilir)

Rahmetli Valek aktif voleybolculuk yillarindan sonra da hakemlik, antrenörlük yapmis ve bircok voleybolcunun yetismesine katkida bulunmustur (voleybol ile ilgili resmi internet sayfalarindan tutun da özel voleybol siteleri hep ondan bahsederler). Annesini ziyarete gelirdi, yaninda oglu Misa da olurdu (Misha, Mischa); benden birkac yas kücük olan cocukla bazen oynardim, yoksa cok yalniz kaldigini düsünürdüm. Okul tatillerinde babaannesinde daha uzun müddet kalirdi.

Sasha (= Aleksandre) galiba hep Yesilköyde oturdu, esi Madam Nina id. Sasha genc yasta vefat etti. 60’li yillarda babamla kahvede veya bizim balkonda sohbet ederlerdi.

Marsel Salabi’ye gelince onun voleybolcu oldugunu bu fotografi bulunca hatirladim. Babamin arkadasi Marsel Salabi‘ nin Bankalar caddesinde, Galatada avizeci dükkani vardi; 1977 de ev kurarken müstakbel esimle ondan avizeler almistik. Marsel Salabi’nin bir kizi (Farida) ve bir oglu (??) vardi. Biraderi Lui’yi ise iyi hatirliyorum dersem yalan olur.

„Yandaki Ev“ yaklasik 1963 te yikildi ve yerine zamanina uygun, beton, fazla bir özelligi olmayan, arkaya dogru da siniri genisletip bahceyi icine aldigindan daha büyükce bir ev insa edildi. Madam Zina da 3 ev ileriye tasindi (Toros’larin evinin yanindaki ev).

Insaat dönemi benim icin cok ilgincti. Denizden getirilen kum kurumaya birakilir ve sonra cimento torbalari gelirdi. Iste bu kumun icinde cok güzel, büyük deniz kabuklari bulmak mümkündü. Uygun taslar, bu deniz kabuklari ve kendi buldugum, cikardigim midyeler, seytan minareleri sanat eserlerimin hammaddesini olusturuyorlardi; tabii ki UHU tüpleri tüketimi da buldugum malzemeyle orantili olarak artiyordu. Bu sekilde biblo olarak güzel nesneler (kus,kelebek, ev) veya küllük, kutu gibi kullanilacak esyalar imalatina baslamistim. Küllükleri sigara icmeden duramayan babam, kutulari da annem kullanirdi, bir kismini da üst kattaki teyzemlere hediye ederdim.

Bu insaat döneminde yeni Kodak fotograf makinemle ilk sosyal elestiri temali fotograflarimi cekmistim, cünkü ilkokul 1. siniftan itibaren kendimi fotografci saymaya baslamistim (!): „kumla cimentoyu karistiran, yorgun iscinin bizim balkonun parmakligi arkasindan gözükmesi“. Sonraki yillarda arkadaslarima ögünerek bu fotografi gösterirdim. O zamanlar filimler pahalica, bir filmin icindeki resim sayisi da sinirli oldugundan her fotograf bir düsüncenin, hissin sonucuydu. Ne de olsa bittikten sonra (Kodak galiba 12’likti) filim icinden hayirlisiyla cikartilacak, fotografciya verilecek ve merakla „netice“ beklenecekti. Kodak tan sonra Zenit makinelerim oldu (Zenit Sovyetler Birligi kökenli olup sonra Carl Zeiss tarafindan alinmistir. Galiba dünyada en cok üretilen aletlerden biridir)
http://www.nostalgiecorner.at/alte_reklame/36_kodak_box_b.jpg                                                                           http://www.fotoechse.de/wp-content/gallery/kamerasammlung/zenit-ttl.jpg
ilk fotograf makinem Kodak (1960)                                            ikinci Zenit bunun gibiydi.
(yani bu degil tabii ki, bu modelden)


Yandaki Ev yenilenince orada oturanlarin sayisi da artti (3 kat ve üstte terasli bir kat vardi).

Bu evde kimler mi vardi? Hatirlabildiklerimi sayacagim, muhakkak ki eksiklik vardir.

2. katta (daha sonra 3. kata gecmislerdi) Seta ve kardesi Nisan (Seta Kornelia’nin, Nisan da Vuli’nin arkadasiydi; onlar yandaki evde otururlardi. Ikisi en iyi arkadaslarimdan Yorgo Yorgiadis‘in ablasi ve kardesiydiler). Seta ile Kornelia biri pencereden digeri de asagidan konusmaya baslayip ta uzatinca biz karisir ve onlari kizdirirdik.

2. katta daha sonra bende iz birakmayan kisiler vardi herhalde, hatirlayamiyorum.

3. Katta Röne vardi; annesi ve babasi ile kisa bir müddet orada oturdular. Röne’nin Boxer köpegini cok severdim ve birlikte tenis topuyla oynardik. Sonra o köpek benim köpegim (ismi: Flik) oldu ve yillarca evimizin bir ferdi olarak yasadi, ta ki 1975 te Ciroz taraflarinda yedigi zehirli yemden kurtarilamayacak hale gelene kadar. Flik Fransizca argosunda polis anlamina gelir. Arkadasim Röne Levi niye mi köpegini bana verdi ? Aslinda vermedi, vermek zorunda kaldi. Gerci Levi’ler Rum degildiler ancak Yunanistan vatandasiydilar (nedenini bilemem); bu nedenle de arada bir yasanan gerilimli dönemlerde hep oldugu gibi sinir disi edilen Yunan vatandaslari arasindaydilar. Bir müddet yazistiysak da sonra iliski kesildi.
C:\Users\a25005\Desktop\YESILKöY\flik ile 1966.jpg  1966, Flik ile
Yandaki Ev’in en üst katinda oturan Demir ailesinin iki ogullari vardi: Senol ve Birol. O zamanlarda Besiktasin en iyi oyunculari Senol ve Birol idi « Senol , Birol, Gol » o dönemden aklimda kalan en ünlü futbol sloganlarindandir. Isin ilginc tarafi Senol‘un soyadinin Birol olmasi ve Birol ile birlikte oynamalariydi. Isterseniz internetten birkac ayrinti:

Edebiyat Fakültesi’ni bitiren Şenol Birol, futbola Zonguldak Kilimlispor’da başladı. Daha sonra Rize Güneşspor ve Sarıyer’de forma giydi. 1958-59 sezonunda Sarıyer formasıyla attığı goller onu, ülkenin en çok konuşulan forvetlerinden biri haline getirdi. Başta Beşiktaş olmak üzere Galatasaray ve Fenerbahçe de genç golcüyü renklerine bağlamak için harekete geçti. Ancak Şenol’un tercihi Beşiktaş'tan yana oldu. Forvetteki partneri Birol Pekel’le birlikte attığı goller sayesinde tribünlerde, Şenol-Birol gol tezahürati yapılmaya başlandı. Bu tezahürat üzerine aynı isimle partneri Birol Pekel ile birlikte Fatma Girik'te bir filmde başrolde oynadı.

İlk 3 sezonda 42 golü rakip ağlara bırakan Şenol’un Beşiktaş formasıyla en başarılı dönemi 1962-63 sezonuydu. Son haftaya kadar Galatasaray’la şampiyonluk için çekişen Beşiktaş, son maçında ikincilikte kalırken, Şenol sezonu 41 maçta 34 golle tamamladı. Bu sayı Şenol’a “bir sezonda en çok gol atan Beşiktaşlı” unvanını da kazandırıyordu. 1962-1963 sezonu bitiminde Birol’la birlikte Beşiktaş’tan ayrılıp Fenerbahçe’ye transfer oldu. Kafa golleri ile tanınan Şenol Birol, Fenerbahçe ile 2 şampiyonluk yaşadı. 1968 yılında memleketinin takımı Rizespor'a transfer oldu ve bir sene burada kaptan olarak görev aldı.

Bizim Senol ve Birol da hep top pesinde kosarlardi, o yillarda dogan ücüncü kardeslerinin ismi ise Varol’du. Bu sekilde baba Cemil’in futbol meraklisi ve Besiktas taraftari oldugu kanisina varabilirz, zira Varol Ürkmez en iyi oldugu yillarda Besiktas’in kalecisiydi.

Cemil bir süre sonra Kazim’in firininin karsisindaki bakkal dükkanini aldi, Senol ve Birol da ona yardimci olurlardi. Baklagilleri, toz sekeri kesekagidina doldurup tartmak cocuklar icin ilgincti.

Cemil’den bahsedince aklima hep lise günlerimden bir anim gelir.

Lisenin son yilinda arkadaslarla degisik yerlerde ders calisirdik. Bir keresinde Feyyaz babasindan arabayi almis ve oturdugumuz Cihangir yerine ücümüz (bir de Muhlis vardi) Yesilköye, evimize gidip orada calisip biraz da gezmeyi planlamistik. Henüz yaz olmadigindan mahallede hemen hemen hic kimse yoktu; ev de her zaman oldugu gibi serince idi (dogrusunu söylemek gerekirse epey rutubetli idi). Ders calismayi fazla uzatmadan ögle yemegi icin ne yapacagimizi konusmaya basladik ; daha dogrusu tartisacak birsey de yoktu, Kücükcekmeceye, Beyti’ye gidecektik. Malum, o zamanlar Beyti vardi ve kebap orada yenirdi. Arabayla Kücükcekmece’ye gittik, Beyti’nin önüne park ettik ; araba da büyük, fiyakali oldugundan güzel bir sekilde agirlandik (zaten öglen oldugu icin bos sayilirdi). « Sunu getirelim, bunu getirelim » diyorlar, biz de « getir » diyoruz. Bir güzel enfes kebaplari, izgaralari yedikten sonra tatlilari da kacirmadik. Son olarak ta kahvenin üstüne olagan olan hesabi istemek kalmisti. Hesap geldikten ve biz de cebimizdeki paralara baktiktan sonraki yüzümüzün halini ne yazik ki belgeleyememisiz (malum, o zamanlar akilli telefonlar yoktu, hos akilsizlari da yoktu). Neticede ücümüzdeki toplam para hesabi karsilayamiyordu. Kredi kartlari henüz yasamimiza girmemisti, borc verecek kimse de yoktu orada. Olagan « bulasiklari yikayalim » esprisi de o anda gülünecek bir sey degildi ; yapilacak tek sey Yesilköy’e gidip bir tanidik bulup borc almakti. Arabayi kullanan Feyyaz, Yesilköyde tanidiklari olan da bendeniz oldugundan Muhlis’i orada birakip garsonlara « biz hemen geliyoruz, buralardan birsey almamiz lazimdi » diyor ve fiyakalli arabaya atlayip gidiyoruz. Gercekten de Kücükcekmecede meshur olan kasaplar vardi, belki oradan yarim kuzu alacaktik, kim bilir... Neyse, mümkün oldugu kadar hizli bir sekilde Yesilköy’e gelince önce Hasan’in kahvehane/lokantasinda bir tanidik ariyor, bulamiyorum. Ancelo’da da hic kimse yok. Enop Usta ortalikta yok. Sira geliyor bakkal Cemil’e. Cemil hemen « Aman ne olacak » diyor, istedigimiz miktari verdikten sonra da « Merak etme, yazin gelince iade edersin » diyor. Hemen gazlayip Kücükcekmeceye gidiyoruz, Beyti’ye girince Muhlis’i asik bir yüzle ve önünde bos cay bardaklari, kahve fincanlari ile buluyoruz. Aradan 40 küsur yil gecmis olmasina ragmen, hala ne zaman Muhlis’le karsilassak «Ulan beni rehin birakip nasil gitmistiniz» diye anlatir durur.

Hep « Yandaki Ev » den söz ettim ; « yanimizdaki ev »den degil. Bunun nedeni de tam yanimizda, yani deniz tarafinda da bir evin olmasiydi, ancak onun kapisi üstteki Liman sokagin sonundaydi. O evde Jiro’lar otururdu (haydi, Istanbul Fransizcasini birakip dogrusunu yazayim: Gireaud). Onlarla bizim balkon/teras arasinda hep kapali, kitli olan parmaklikli bir kapi vardi. Yine de bazen yandaki demirlere tutunup öbür tarafa gectigimiz olurdu, nedeni de oradan zargana yakalamakti (önce midye cikartilip midyeyle gümüs baligi yakalanir sonra da gümüs baligi yem yapilip zargana tutulurdu)
http://suurunleri.ibb.gov.tr/uploads/2013/06/Zargana-610x293.jpg  
Zargana 60-70 cm, hatta bazen 1 m uzunluğa varır ve ortalama 18 yıl yaşar. Çaça, hamsi, kıraça ve çamuka gibi küçük balıklarla beslenir. Ilıman denizlerimizin yerli balıklarındandır. Vücut yapısıyla gayet çevik ve hızlı yüzen bir balıktır. Kendini korumak için su yüzeyine sıçrayarak da ilerliyebilir. Lezzetli eti ticari açıdan değerlidir. Ilık ve sıcak kıyılardan hoşlanır ve her yaz iskele kıyılarında dolaşırlar. Sürü halinde yüzeyde gezen bir balık olduğundan şamandıralı özel bir olta ile avcılığı yapılır. Olta olabildiğince uzağa atılır ve hafif hafif çekilmeye başlanır. Oltanın atıldığı bölgede zargana varsa birkaç tanesi birden yeme atlar. Yakalanan balık oltadan kurtulmak için kendisinden beklenmeyecek bir çeviklikle zik zaklar çizer dışarılara zıplar.

Gelelim yine „Bizim“, „Yanimizdaki“ ve „Yandaki“ evlere… Simdi artik yoklar. Her türlü izleri kaybolmus… Anneannemin 1932 de aldigi ve artik altyapisi nedeniyle kullanilmaz hale gelip varisleri tarafindan satildigi 1978 yilina kadar bircok hatiranin ortami olan ev iki katliydi. Bir de arka tarafta bagimsiz bir ev seklinde olan kismi vardi ki orayi kiraya verirdik. Evi fazla anlatmaya gerek yok, bilen bilir, bilmeyen de eger o günleri yasamissa ahsap, cok yüksek tavanli, büyük hollu (basket oynardik), akan suyu olmayan (sucu Muharrem getirirdi teneke teneke sulari) bir konutu hayal edebilir. 1971 den beri, zaten artik yaz-kis kiraci olarak Yesilköyde apartmanlarda oturdugumuzan „bizim Ev“i kullanmiyorduk, iyice eskimisti, olmayan altyapi günün sartlarina hic uymuyordu.

Eve gelen esnaflar arasinda neseli sütcü Metin, „iyi su“ (damacana, Cubukludan) getiren biri, el arabasi ile gelen zerzavatci ve ilginc bir tip olan „Deli Yanos“ (recel yapmaya uygun gül yetistirip bize getirirdi) vardi. Gazete almak ise benim isimdi ve bu sekilde sabahlari köpegi gezdirmis te olurdum. Arkadaslarim benim gibi erkenci olmadiklarindan gazeteler biterdi, onlar gelene kadar. Yazin futbol transferleri haberleri tüm arka sayfayi kaplardi; o zamanlar milyonlar degil, kacirilan futbolcular konu olurdu (baska kulüp sözlesme imzalamasin, aklini karistirmasin diye futbolcular kacirilirdi – veya öyle oldugu söylenirdi).

Anilarimin bu kismini bitirirken biraz da degisik bir konudan bahsedeyim de yüzünüzdeki gülümsemeyi görebileyim:

„Bizim Ev“ in teras kapisinin önünde, iskeleye yakin bir yerde sokak lambasi diregi vardi. Sokagin son aydinlatmasiydi, ondan önceki Ancelo’nun oradaydi. Elektrik diregi siyah, cok yüksek ve demirdendi, bir sekilde „dikine duran demiryolu rayina“ benzerdi. Bazen lamba rüzgardan gevser ve yanmazdi. Bu durumda yapilacak sey direge hafifce tekme atmakti, eger sonuca varilmazsa daha kuvvetli bir tekme aydinlatmayi gerceklestirirdi. Ama bazen de yanan lamba direge tekme atinca sönerdi; yani tekmeleme hareketi eger lamba bozuk degilse bir nevi salter rolünü oynuyordu. Lamba gercekten bozulduysa ancak „elektrik idaresine“ haber vererek degistirtirmek mümkündü, cünkü herhangi bir kontrol mekanizmasi yoktu. Normal yollardan yapilan basvurularin ne denli bir hizla isleme koyulacagini bilen babam Ancelo’ya gider oradan Bakirköy Elektrik Idaresi amiri olan Ahmet Bey’e telefon ederdi (Anceloda kumbarali telefon vardi). Bu sekilde emri Ahmet Bey’den alan ekip hemen ertesi gün gelir ve itfaiye merdivenine benzer merdivenle lambayi degistirirlerdi. Cok nazik olan Elektrik Idaresi Amiri Ahmet Bey’in bizimkine yakin bir iskelesi ve sandali vardi, arada bir ogluyla gelir, kravatini, ceketini cikarip küreklere asilir ve bu sandal gezilerinden cok keyif aldigi belli olurdu. Yine elektrik idaresinden Ismail (Ismail Efendi) Yesilköylü olup Ahmet Bey’in sandalina göz kulak olur, sulardi.

„Bizim Ev“ : sag taraftaki. Evin önünde sadece lapinler, kaya baliklari degil, bazen kefallar da olurdu. Dikkatli gözler meshur elektrik lambasi diregini farkedebilirler.

5 yorum:

  1. halim abi ben şenol demir cemil demirin oğlu şenol birol varol çok sevindik bizi yazarken ne günlerdi

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhabalar Senol,
      Umarim yazdiklarim dogrudur, ne de olsa aradan yarim yüzyil gecti neredeyse.
      Yazdikca hatirliyorum, ayrintilar gözümün önüne geliyor.
      Cok selamlar
      H.

      Sil
    2. teşekkürler aynen hatırlıyorum dün gibi halim bey

      Sil
    3. madam mari toros abi kardeşi mayk ve arteki abide unutulmaz

      Sil
    4. mailim senol1903demir@hotmail.com

      Sil