24 Ocak 2016 Pazar

Nerede kaldınız? (Halim Barışın anıları / 3. Bölüm)

Güzel bir temmuz gününe her zamanki gibi köpegimle gazete almaya gitmekle baslamistim. Flik (artik tanidiginiz Boxer cinsi köpegim) rahat durmaz, her tarafa burnunu sokar, satasacak köpek arardi; eger dönüste hala enerjisini harcamadiysa terasta tenis topuyla oynardik. Gazeteleri alip eve döndükten sonra henüz ortalik sakinken onlari okur ve arkadaslarin uyanip gelmelerini beklerdim ki sabahtan günün planini yapabilelim. Her yilin favorisi olan mesgaleler, oyunlar vardi. 


O zamanlarda en cok yaptiklarimiz haftada birkac kez nahiye sahasinda basketbol antrenmanlari; köhnelesen Rum okulu sahasinda basketbol ugraslari (malum Michael Jordan bile antrenmanlardan sonra salonda kalip 3lük atislari talim ederdi; „übung macht den Meister“ derler Almancada); denize girmek icin sandalla, genellikle de Bezmenlerin oraya gitmeler; Monopoly veya kagit oyunlari; Yani’lerin bahcesinde voleybol veya masa tenisi; baliga cikmak ve aksamlari da mutad oldugu üzere Reks sinemasi (eger o aksam basket maci yoksa). efsane M. Jordan.

O gün de ilk Yorgo gelmis ve gazeteyi tersten okumaya baslamisti. Spor sayfasindan baslamak olagandi. Yani’nin kendi kendine gelmeyecegini düsünüp onu uyandirmaya gitmistik. Annesi bizi her zamanki gibi sevgiyle karsilayip „Hala uyuyor“ demek isterken biz odasina dalmistik bile. 

Sabahtan antrenman vardi programda. Nahiye sahasinin etrafi agaclarla kapliydi, o nedenle cok sicak günlerde bile antrenmanlar rahat gecerdi. Aki ciddi antrenman yaptirir, herkesle yakindan ilgilenirdi. Bazen sahanin hazirlanmasina da yardim ederdik. Sahanin üzerine uzun bezler yayilir, onlar islatilir (hortumla; ama belli bir miktarda; herseyin fazlasi fazladir) sonra da silindirle üzerinden gecilirdi. 

Aslinda bu isleri ayni zamanda tenis hocasi olan ve yandaki tenis sahasina da bakan Ali yapardi. Bizim neseli antrenmanlari gören ve takim sporunun güzel yanlarini fark eden Yesilyurtlu tenis ögrencilerinden bazilari da sonradan bize katilmislardi. Cok kalabaliktik, ancak simdi aklima gelenler su isimler oluyor: Yani, Yorgo, Cinar, Ara, Aret, Aret’in kuzeni x, Turgay, Nur, Cem, Marsel, Roni (belki birilerinin yardimi ile basketci isimlerini tamamlayabilirim) Rum Okulundaki sahada ise gölgelik bir alan yoktu, icecek su bile olmazdi; ona ragmen giderdik. 

Bir ara kendi capimizda mahalle takimi kurmustuk, diger mahalle takimlarindan üstün yanimiz Beyogluspor’un eski formalarini almis olmamizdi; üzerinde sadece B.S.K. yaziyordu ve biz de bunu „Balikcilar Spor Kulübü“ diye lanse adiyorduk. Antrenmandan sonra denize girmeye gidecegimiz kesindi, cünkü malumunuz evlerde dus pek olagan degildi. Daha sonra da Monopoly oyanamak ve aksamüstü baliga gitmek olarak programimizi yapmistik. 

Reks sinemasi rituali ise baliktan dönme saatine göre kararlastirilacakti. Yani’ye Yunanistandan Monopoly hediye gelmisti, o dönemde bizi cok sarmisti. Ancak oyunu kisaltmak veya daha eglenceli hale getirmak icin kurallari kendimize gore degistirmistik. Rumcayi arkadaslar sayesinde iyice anliyor ama konusmuyordum, bu oyun sayesinde ise yunan alfabesini mecburen biraz ögrenmeye basladim (daha sonra da faydasini gördüm). Oyun birisinin kazanmasina kadar veya artik canimiz oynamak istemeyinceye kadar sürerdi. O gün de zaten baliga gitmeyi planladigimizdan oyunu kisa kesip oltalari gözden gecirmeye baslamistik. 

Aksam üstü baliga gitmek demek capariyle istavrit avina cikmak demekti bizim icin. Çapari ile istavrit avcılığı: İstavrit, Karadeniz, Boğazlar ve Marmara denizinde hangi sahalarda bulunursa, o yörede çapari ile her vakit av verir. Avcılığı, özellikle balığın bol olduğu zamanlarda çok zevklidir. Yemeklik olarak avlamanın yanısıra, kıymetli bir yem balığı olmasından dolayı, yemlik olarak da avlanır. 

Çaparinin olta kısmı 0.50-0.60mm misinadan olmalıdır. Tekne ile balığın bulunduğu sahaya varıldığında, sulara (akıntıya) ve hava şartlarına bağlı olarak, balık sığ suda ise 250- 300gr, derin suda dipli ise 350-400gr bir iskandil takılarak denize indirilir. Avcı kolunu bir aşağı, bir yukarı indirip kaldırmak sureti ile çapari hareket ettirilir. Çaparinin bu şekilde sallanması balıklara, hareket halindeki balık yavruları izlenimi verir. İstavritler çapariye gelmeye başladıklarında hemen çekip yukarı alınmaz, belirli bir süre, fakat bu sefer daha evvelki hareketten daha yavaş ve uzun, birkaç defa bir iki kulaç çekip bırakmak sureti ile sallamaya devam edilir. Böyle yapıldığı takdirde boş kalan iğnelere de balıkların yakalanması sağlanır. Olta süratle çekilerek çaparideki balıklar süratle ayıklanır ve çapari denize sallanarak ava devam edilir. Capariler 10-12-15 lik olurdu. Ayni anda cok balik yakalaninca baliklari cikarmak ve igneleri birbirine karistirmadan veya herhangi bir yerimize batirmadan tekrar indirmek aliskanlik isterdi. O gün benim sandalla cikmistik, ama nedense kürekle yol aliyorduk (ya emektar motorum yine bozulmustu veya henüz yoktu, tam hatirlamiyorum). 

Benim Seagul’i bir tek ben calistirabilirdim. En basta herhangi bir nedenle karbüratöre fazla benzin gelir ve „bogulurdu“; ben tam zamaninda hafifce üfleyip optimal benzin / hava karisimini olusturunca calisirdi. Bir calistiktan sonra mesele yoktu. Seagull motor, 5 PS Gerekli malzemeleri sandala getirdik (oltalar, yedek igneler, kova, biraz icecek, kazaklar). Küreklere asildik (sira ile cekiyorduk, ama gidiste nasil olsa sorun olmuyordu, asil dönüste kürek cekmek pek istenen bir ugras degildi) ve acildik. Hava güzel ve sicakti, oltalari indirdik (malum capariler firlatilmaz, indirilir) ve sallamaya basladik. Herhangi bir hareket yoktu, etrafta bizden baska pek sandal da gözükmüyordu (bazen o kadar cok caparici olurdu ki sandallar neredeyse yan yana dururdu), o gün ara sira bizlere eslik eden yunuslar da gözükmüyordu.

Anlasilan cok neseli ve aktif gececege benzemeyen saatler olacakti. Yerimizi degistirmeye karar verdik ve Ciroz yönünde daha aciklara dogru yol aldik. Arada biraz duruyor, suya atliyorduk serinlemek icin. Ücümüzde de olta vardi ve her birimiz degisik derinliklere oltayi salip oralari deniyorduk; birisi yakalarsa digerleri de ayni derinlige indireceklerdi oltayi. Zaman geciyor, ancak sadece tek tük gelen birkac kücük istavritten baskasina raslayamiyorduk. Birden deniz kabarir gibi oldu ve cok büyük bir dalga geldi, hemen arkasindan iki tane daha. Hemen tedbir alip dengeyi sagladigimizdan cok tehlikeli birsey olmadi ama o güne dek böyle dalgaya raslamamistik. Etraftan gecen büyük gemi filan da yoktu. Bunu atlattiktan sonra devam ettik, nerede olduklarini bilmedigimiz istavrit sürülerinin pesinde biraz daha acildik; saatlerin gectigini ve artik dönmemiz gerektigine karar verdigimizde epey yolumuz oldugunu anladik ama kürek cekmekten baska yapilacak bir sey yoktu. Bizi cekecek olan motorlu biri de yoktu etrafta, sanki yapayalniz idik. Sira ile cekmeye basladik; bir ara da iki tek kürekcilik yaptik, biri dinlenirken. Yaklasmaya baslayip ta Ancelo’nun isiklari uzaktan görününce hava iyice kararmisti. 

Bizim oralardaki tasliga gelince sahilde cok insanin oldugunu farkettik. „herhalde eli bos dönen büyük balikcilari karsilama komitesi“ diye dalgamizi gectik. Ancak iskelemize yanasinca bir gariplik oldugunu hissettik. Annelerimiz kizgin, tedirgin ve üzgün bir sekilde „Nerede kaldiniz ?“ diye karsilayinca sasirdik, cünkü böyle hava kararirken dönmemiz olagandi. Neredeyse tüm mahalleli sokaktaydi. Megerse bizim büyük dalgalar deprem dalgalariymis (yani bir nevi Tsunami) ve herkes o andan itibaren panik icindeymis, biz de gelmeyince ve dürbünlerle de gözükmeyince (malum ciroz taraflarindaydik, veya daha da ileride) cok merak etmisler. Bizi aramak icin motorla gitmeyi planlamaktaymislar….. Deprem aslinda cok siddetli degildi, bazi evlerde catlaklar olusmus, Rum kilisesinin can kulesinden parcalar düsmüstü. Demek ki daha da siddetli bir depremin dalgasina bizim sandal dayanamiyacakti…. 

O aksam Reks sinemasina gitmedik. Neden yaziyoruz, Neyi özlüyoruz? Cesitli internet sayfalari, bloglar, hatta kitaplar „eskiden söyleydi, böyleydi“ diye bir yandan yazarlarin genclik anilarini (ve resimlerini) yayinliyor; o dönemlerde ayni seyleri yasamis olanlar da okuyor ve „valla öyleydi… nasil gecti yillar… ne güzeldi o zamanlar“ diyorlar. Örnegin ben neden yazmaya basladim? Saglik nedeniyle islere biraz ara vermekten ve internette uzun süre mesgul olabilmekten dolayi „nostaljik Yesilköy fotograflari“ni buldum ve onlarin icinde kuzinimle birlikte bir sandalin üzerinde bana bakan 6-7 yaslarindaki ben bana „Biraz eskileri karistirsana“ dedi. Annemden kalan albümlerden toplamis oldugum ve o zamadan beri kutularda duran kimi solmus fotograflara baktim; bazilari gercekten cok ilgincti… Ayni gün Cem’in harika blog sayfasina ulastim ve olan oldu…. Yazmam gerektigine karar verdim. 25 yil aradan sonra gectigimiz aralikta ilk kez esimle Yesilköy’ün „bizim mahallesine“ gidince önce ne oldugunu anlayamamistim; bizim zamanlari bilenler hak vereceklerdir, bilmeyenler de „ne olacak ukala“ diyeceklerdir muhakkak, ama ben yine de söylerim. „Kisiliksiz, olagan bir kasabaya“ dönmüs. Zaman degismekte, yani her dönemin özelligi olan nesneler, davranislar, yasam birbirinden farkli. Akan nehirdeki suyun hicbir zaman ayni su olmadigini söyleyen Yunanli filozoftan beri ortada olan bir gercek bu. Degisimlerin pozitif ve negatif yanlarini mümkün oldugunca sübjektif bir sekilde incelemek gerek bence. Simdi yine Yesilköy’den ve kendi anilarimdan örnekler vererek konuyu acacagim. 

Önce “Bir YESILKÖY vardi” Blog’undan su baslik ile konuya girelim (Ayni zamanlarda Yesilköyde yasamis oldugum Cem Üründül’ü tanimam, birkac haftadir yazisiyoruz sadece, ama yazdiklarina tamamen katiliyor ve ugraslarindan ötürü kendisine tesekkür ediyorum.)

“Mozaik degil, rengarenk damarli yekpare bir mermer bloktuk; güzel insanlarla, insanca sicak birliktelikler icinde” (Engin Bozdağ) 

Bu sözler gercekten o günlerin yasam tarzini cok güzel özetliyor. Jirayir Reis’in büyük balikci teknesi vardi (o zamanlarda, orada en büyük); karaya cekilip te onarilacagi zaman herkes gelir yardimini esirgemezdi, elbirligiyle koca tekne (henüz makinelesme yoktu) yavas yavas karada ilerlerdi. Garo, Bursali Hasan, Onnik, Bedros, Erdogan, kahvehaneden gelenler… hep birlikte… 

Lodos firtinalari bazen gece gec vakit bastirirdi. O zaman iskeleye bagli veya acikta dubalara bagli olan sandallari kurtarmak gerekirdi, yoksa kopar gider veya parcalanirlardi. Böyle durumlarda tüm mahalleli seferber olur kimin olduguna bakmadan sandallari kurtarirdi. Kendi sandalimi birakip önce daha aciktakilere, kücük bir bot icinde dalgalari yara yara gittigim olmustur. Özellikle Balikcilar Kahvehanesinde kücük bir masa etrafinda toplanan 6-8 kisilik sohbetler bazen daha da cok merakliyi etrafina cekerdi. Ermeni ve Katolik papazlari, babam, Muhittin Bey (daha sonralari Muzaffer Bey de katilirdi) uzun uzun tartisirlardi. Üc kilise de bizim yakinlardaydi (Rum, Ermeni, Katolik), Cami biraz uzak kaliyordu. 

Museviler ise sinagoga gitmek icin Bakirköye tren yolculugu yapmak zorundaydilar. Yesilköy sakinleri (yazlikcilari da dahil edince) gercekten cok degisik kökenliydiler; cogu kisi bu nedenle diger dilleri konusmasa da anliyordu. Yesilköy anilar okuyucusu sözü gecen isimleri gördükce bu karisimi fark edebilir, ayrintiya gerek yok. Arkadasliklar cok yogundu, aileler birbirlerini uzun zamandir tanirlardi. Yazlikcilar arasinda da dostluklar sezon sonunda bitmezdi. Okul arkadaslarindan cok Yesilköylü arkadaslariyla vakit geciren bir tek ben degildim herhalde. Basketbola kisin Beyoglusporda devam etmek te arkadaslarim ve antrenör Aki sayesinde olmustu. Herkesin cocukluk ve genclik günlerini herhangi nedenlerden dolayi özledigi olmustur; bu dogaldir. Ancak özlenen sadece „o kisisel dönem“ midir yoksa o günlerdeki degisik yasam sekli midir ? Sadece arkadasliklari, okul günlerini, sevgilileri degil, sunlari da bir düsünün: Simdi mutena bir semtin iyi bir marketine giderseniz kücük kavanoz icinde üstündeki etikete göre „lakerda“ olarak tanimlanan bir ürün bulabilirsiniz. 

Peki sizce bu, Balikci Recep Diridiri’nin (daha önce de bahsettigim) uzun ince özel bicagi ile dilimleyip yagli kagida siraladigi lakerdaya benzeyebilir mi ? Bu arada daha önce ismi aklima gelmeyen balikci Erdogan’in da tezgahini istasyona daha yakin bir yerde, galiba Berber Fethi’nin oralarda, actigini belirteyim. Iste bir kalite farki. Belki ürünün üzerinde barcode’lu tanimlama yok, imal tarihi de yok, ama „tam bir lakerda“ iste. Tadini almis olan bilir. not: Maalesef „Lakerdaci“ resmi bulamadim. Yine ayni semtte büyük bir markette veya varsa en pahali manavda her zaman karpuz bulabilirsinz, illa caniniz cektiyse ve pahali olmasina aldirmiyorsaniz. Yani „karpuzun zamani“ diye bir terim ortadan kalkmisa benziyor. 

Ne derlerdi? „Karpuz kabugu suya düsmeden denize girilmez“. Bunu yorumlayacak olursak: a) Karpuz kabuklari denize atiliyormus, demek ki cöpler pek düzenli toplanmiyormus, b) Karpuz belli dönemlerde satilirmis. Bizim mahalleye at arabasiyla karpuzcular gelir, „Kesmece bunlar“ diye geldiklerini ve alisverise hazir olduklarini belirtirlerdi. Alan da bir –iki tane almazdi; alinca 5-6 tane alinirdi. Örnek olarak kesilip kabak olmadigi kanitlanan karpuzu da hemen buzdobabina yerlestirirdik. Eklenmesi gereken asil konu ise o karpuzlarin gercekten dogal olmalariydi. Hepsi ayni boyda, renkte, cüssede degillerdi, „standardizasyon“ gelmemisti henüz, ama tatlari bambaska idi (kabak olanlar degil tabii ki).

„Karpuz kabuklari denize atiliyormus, cöpler düzenli toplanmiyormus“ dedim de, atilanlar acaba neydi? Tetra Pak sütler, meyva sulari var miydi? PET siseleri, Naylon torbalar her tarafi kaplamis miydi? Her mal ayri ayri paketleniyor muydu folye ile? Iste bu nedenlerden atilan cöplerin büyük cogunlugu organik cöplerdi. („Bu adam cöplerin denize atilmasini savunuyor mu ne“ diye düsünmenizi istemen, ama gercek böyle) Tetra Pak dedim de, aklima geldi: Sütcü Metin gelirdi, büyük gügümden ölcü kabina (1 litrelik) sütü aktarir, oradan da benim uzattigim süt kabina bosaltirdi. Ondan sonraki islem ise sütü hemen kaynatmakti. Süt kabimiz bu is icin özeldi, kapagi hafif bombeliydi ve kenarlarinda kücük delikler icerirdi ki, tasmaya baslayan süt oradan tekrar iceri girsin. Cok akillica. Simdi günümüzdeki TetraPak kutulari ve UHT sütleri düsünüce günlük yasamin ne kadar kolaylastigini görüyoruz; bu sekilde insana daha cok vakit kaliyor (örnegin internete bakmak veya tv seyretmek gibi). Pazar günleri futbol maclarina giderdik; ben aslinda o zamanlar futbol seyretmeyi sevmezdim ama hem arkadaslara uymak hem de lahmacun yemek icin giderdim. Gerci „onun oturdugu yerde artik kedi kalmamis“ filan derlerdi ama koluna taktigi „tahta tezgahi“ ile gelince herkes ona dogru yönelirdi. Lahmacun lezzetliydi… ah unutmadan, bir de gazozcu vardi.

O seyyar saticinin getirdigi, cok ta hijyenik bir sekilde olmayan bu lahmacunlar nedeniyle bir kere bile mideme birsey olmadi; gecenlerde Istanbuldayken adini vermiyecegim ünlü bir yerdeki köftenin izlerini ise ertesi gün boyunca hissettim.


Evet lahmacunlar hijyenik degil ama temizdi, lahmacuncu meshur degildi ama ürünleri lezzetliydi. Bu arada YJK veye YGK de top pesinde kostururlardi. Yemek, icmek temel gereksinimler oldugundan lakerdadan, karpuzda, sütten, lahmacundan söz ettim. Tek tek belirtmeye gerek yok ama o dönemlerdeki sebze ve meyvalarin tadini maalesef artik bulamazsiniz (Bu sadece Istanbulda degil, tüm büyük kentlerdedir, tüm dünyada). 

Artik karnimizi doyurmus oldugumuza göre biraz da sanatla ilgilenelim. Anilarimda sözünü ettigim Kodak fotograf makinemle herhangi bir olayi, nesneyi, kisiyi belgeleyecegim zaman önce düsünür, ayarlar ve öyle cekerdim. Bunun nedeni sanat, perfeksiyonistlik degildi aslinda, cünkü makinenin icinde 12 fotograflik bir filim vardi ve filimler, filimlerin banyosu, fotograflarin bastirilmasi bedava degildi. Her fotograf düsünülerek cekilir ve birkac gün sonra fotografcidan merakla alininca heyacan icnde bakilirdi. „tüh be, tam da gözlerimi kapatmistim“ derse birisi artik is isten gecmis olurdu. Fotografciligi daha da ciddiye alip tüm islemleri kendi yapanlar da vardi; parlak kagidin üzerine yavas yavas olusmaya baslayan karartilar sevdigi bir kisiyi yansitmaya baslayinca heyecanlanan genci düsünebilirsiniz. Daha sonralari iki makineyle (Nikon) dolasip degisik filimlerle (100 ASA, 400 ASA) calistigimi hatirlarim, o zamanlar filimler 24lük veya 36likti. Gelelim günümüze; fotograf makineleri hafizali, istemediginiz kadar cekebilirsiniz. Isigi ölcmeye gerek yok, ölcüm aleti icinde var, hangi tür cekmek istediginizi biliyorsaniz (portre, gece, vs) bir tik yapmak yeterli. Daha da güzeli akilli telefonlarimiz... Akilsizlar bile akilli telefonlarla istedikleri kadar (sinir yok, cek babam cek) foto cekip sonra unutuyorlar. Hersey belgeleniyor veya V isaretli selfie’ler cekiliyor. Iste bir fotografin ortaya cikisi ve olustuktan sonraki degeri ne kadar farkli, degil mi ? 12lik veya 24 lük bir filimden yaptirilan bir fotografla 188 tane elektronik resimden secilen bir fotograf arasinda „deger“ farki vardir. Bütün bu söylediklerim „normal vatandas“ icin, sanatcilari kapsamaz. Aman, yanlis anlasilmasin, teknik ilerlemeleri severim (internetteyimdir; her türlü rezervasyonu, alisverisi yaparim; Whatsapp‘ ten dünyanin her kösesiyle haberlesirim; otele varinca ilk sorum Wlan sifresi nedir olur ). Ama yine de…. Esnaflara gelince, herkesin de devamli alisverisini yaptigi, „favorisi olan“ dükkanlar (bakkal, kasap, manav vs) vardi. Ilk acilan Migros (istasyona dogru, manavlarin yaninda - Sinasi idi en görkemli manav) basta bize garip gelmisti, bircok kisinin satici olarak calistigi, ismen tanimadiginiz saticilar. Bu da „o zamanlar „ ile günümüz arasindaki bir farklilik. Iyi tarafi da vardir muhakkak, tek bir yere girip herseyi aliyorsunuz, araba doluyor, ödüyor ve cikiyorsunuz, zaten yakinda kasalar da olmayip online ödeme yapilinca hic kimseyle temasiniz olmadan lakerdanizi alabileceksiniz (maalesef Recebin dilimlenmis taze sogani olmayacaktir icinde) … Bir de „tüketim mabetleri“ olayini eklemek gerek. AVMlerde gezinen insanlar, her ülkede, her kentte aynilarini görebileceginiz markalar. Altyapi, Doga: bu satirlari yazdigim gün (23 Eylül 2015) Bodrum’daki sel ve ona bagli olan olaylari okuyordum, anlasilan dogal denge bozulmus. Su eskiden oldugu gibi denize gitmek istiyor, engellendigi icin de böyle durumlar ortaya cikiyor. Bodrum’a kadar, hatta 5-6 yildizli tesislerin icine kadar giren yaban domuzlarini da unutmayalim. Yanlis sehirlesme, plansizlik, dogal dengenin bozulmasi… Bu konular güncelligini koruyor. Yesilköy’e gelince sözünü ettigim „kisiliksiz kasaba“ görüntüsü yerine restore edilmis evler, düzenli yerler olsaydi nasil olurdu ? Zamanimizda altyapi cok kötü idi, kanalizasyon sistemi yoktu, akar su yoktu. Dogru.. Maalesef olmadi, biz de beceremedik, ev satildi, yikildi, yerine simdi otele benzer birsey yapildi. Malum havaalanina yakin oldugundan Yesilköyde otellerin is yapacagi düsünüldü. Ancak uzun yillardir Yesilköyde olmadigimdan gelismeleri hic mi hic izlemedim, bu nedenle de ayrintilari bilemem (anilarimin agirlik noktasi zaten 1960’li yillari idi) , ama yine de eski yillarin tadi yok deyip sübjektif bir sekilde bitireyim.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder