(Cem Üründül)
1983 yılının yazı olmalı. Almanyada yaşadığım kentte bazen akşamları yaptığımız gibi, yine genellikle sanatçıların, üniversitelilerin ve sol kesimin gittiği ''Pelikan'' isimli, pek lüks olmamasına rağmen canlı, herkezin herkezi tanıdığı meyhanede oturmuş bir şeyle içmekteyiz. Meyhanenin sahibi Abdul (68li solculardan, tunuslu) o akşam hiç durmadan Mikis Theodorakis'in müziklerini çalmakta. Gecenin geç saatleri olmuş, anlatıyoruz. Eski solcu Abdul yanımıza oturdu. ''Çocuklar, ben bu Theodorakis' e oldum olası hayranım. Bu gün bir dergide okudum, önümüzdeki hafta sonunda Theodorakis Atinada bir stadyumda konser verecekmiş. İnsanın vakti olacak, oraya gidecek. Konseri dinlemek, Atinayı bir gezmek, bir kaç günde sahilde bir yerde geçirmek. Ne kadar şahane olur. Ama ben yaz oldumu bu meyhane yüzünden hiç bir yere gidemiyorum.''
1983 yılının yazı olmalı. Almanyada yaşadığım kentte bazen akşamları yaptığımız gibi, yine genellikle sanatçıların, üniversitelilerin ve sol kesimin gittiği ''Pelikan'' isimli, pek lüks olmamasına rağmen canlı, herkezin herkezi tanıdığı meyhanede oturmuş bir şeyle içmekteyiz. Meyhanenin sahibi Abdul (68li solculardan, tunuslu) o akşam hiç durmadan Mikis Theodorakis'in müziklerini çalmakta. Gecenin geç saatleri olmuş, anlatıyoruz. Eski solcu Abdul yanımıza oturdu. ''Çocuklar, ben bu Theodorakis' e oldum olası hayranım. Bu gün bir dergide okudum, önümüzdeki hafta sonunda Theodorakis Atinada bir stadyumda konser verecekmiş. İnsanın vakti olacak, oraya gidecek. Konseri dinlemek, Atinayı bir gezmek, bir kaç günde sahilde bir yerde geçirmek. Ne kadar şahane olur. Ama ben yaz oldumu bu meyhane yüzünden hiç bir yere gidemiyorum.''
İçimizden biride bu lafın üzerine ''arkadaşlar, aslında hiçte fena fikir değil bu Abdul'un söylediği. Ben gitmeye karar verdim. Benimle gelecek daha üç kişi varsa, bir arabayla gideriz. O anda karar veriyorum, ''bende geliyorum''. İkide kadın arkadaş geleceklerini söylüyorlar. Tamam, hemen o gece planları yapıyoruz.
İki kadın, iki erkek, dört kafadar arkadaşın eski Fiat marka otomobili ile yollara çıktık. Münih, Salzburg, Klagenfurt üzerinden Zagrep'e kadar değişe değişe arabayı kullanarak gittik. Orada bir gece otelde kaldık. Ertesi gün biraz Zagrebi gezdikten sonra ver elini Belgrad. Orada da bir otelde kaldık, biraz Belgrad'ı turladıktan sonra akşam üstü, sabaha karşı selanikte olmak amacıyla yola çıktık. O zaman Yugoslavyanın yolları çok kötü durumda. Yunanistana giden yol bir nehri takip ederek dağlık tepelik yerlerden geçiyor. Vakit gece yarısını geçmiş, araba kullanma sırasıda bana gelmişti. Bir kenarı uçurumlu yollardan gidiyoruz. Birden arabanın ışıklarının zayıfladığını sezdim. Hemen yan koltukta uyuyan arkaşı uyandırdım. Aman dedi, arabanın şarj motoru bozulmuş sakın motoru kapatma ama birazdan yunanistan sınırına varmış olacağız. Orada bir çözüm buluruz.
Gerçekten sınıra geldiğimizde artık arabanın ışıkları sönmüştü. Bizi uzaktan gören yugoslav polisi hemen bir projektörü üzerimize çevirdiler. Elinde makinalı tüfekli iki polis bize uzaktan dur işareti yapıyor. Yugoslavya sınır çıkışına 100 metre kala motoru kapatmadan durdum ve dışarıya çıktım. Almanca olarak, kaygılanacak bir şey olmadığını arabanın şarj motorunun bozuk oldunu söyledim. Yugoslav sınır polisler ellerindeki tüfeklerin namlusunu hala üzerime tutarak yavaş yavaş geldiler. Diğerleride arabadan çıktılar. Uykudan yeni kalkan kadın arkaşlar, neredeyiz? ne oluyor? diye bağırmaktalar. Her neyse polise durumu anlattık, pasaportları verdik. Ama polis arbanın motorunu kapatmamızı istiyor. Yapmak istemedik. Polisin biri arbanın kontak anahtarını çekti aldı. Arabayı orada bıraktık sınır binasına kadar yürüdük. Bizden başka kimse yok sınır kapısında. Her neyse polisler pasaportlarımızı yarım saat kadar incelediler. En sonunda biri (galiba en rütbelisi olacak) bize transit vizelerimizin gece yarısından itibaren geçerliliklerini kaybettikten dolayı, bu gece muhakkak yugoslavyayı terketmemiz gerektiğini anlattı. Biz ona daha önce ''bırakın bu gece burada kalalım, yarın arabayı yugoslavyada tamir ettiririz.'' demiştik. Kesinlikle hayır diyor şimdi, aslında şu anda yugoslavyada olmanız yasal değil, normal olarak sizleri tutuklayabilirim.
Baktık olacak gibi değil, arabayı ittirerek yunanistana girelim, dedik. Ama benim aklıma bu işi yapmadan yunanistan sınırına haber vermek geldi. Yugoslav polisine, ''ben şu 100 metre ilerideki yunanistan sınır kapısına gidip durumu anlatayım'' dedim. O da bana ortadaki 50 metrelik kuşağın sınırı teşkil ettiğini ve ancak hep birlikte araba ile geçebileceğimizi söyledi. Ama dedi, gel ben size yardımcı olayım. Elinede bir megafonla o sözünü ettiği çigiye kadar benimle yürüdü ve yunanistan tarafına elindeki megafonla bir şeyler bağırdı. Gerçektende biraz sonra bu sefer karşı taraftan bir yunan sınır polisi elinde bir megafonla çıktı geldi, 50 metre ilerine durdu. Yugoslav polisi ona (galiba yunanca) bağıra bağıra durumu anlattı. O da ona bir takım cevaplar verdi. Megafondan birden bire bana yönelik (herhalde yugoslav polisi, içlerinden birinin türk pasaportu var diye iletmiş olacak, o zamanlar alman vatandaşı değildim) türkçe olarak, ''Komşu, ittirin arabayı tam buraya kadar, bu çizgiden sonra yunanistandır, biz sizi çekeceğiz.''
Gerçektende arabayı ittirerek yunanistanın başladığı çizgiye geldiğimizde bizi bir jip bekliyordu. ''Welcome to Greece'' ve ''hoşgeldin komşu'' ile karşıladılar. Arabayı binanın arkasına çektikten sonra, ''burada bir yerde kalabilirmiyiz?, Yanımızda çadırımız var'' diye sorduk. Çadırı kurabileceğimiz yer gösterdiler. Lavaboları kullanabilirsiniz dediler. Çadırı kurduk. Sonra biraz sohbet ettik. O geceyi sınır kapısında çadırda geçirdik.
İlk kez yunanistandaydım.
Ertesi gün arabayı jiple çekerek çalıştırdık ve sınır polisinin bize verdiği adrese, yakındaki bir kasabaya arabayı tamire götürdük. 14- 15 yaşları arasında bir çocuk bizim arabayı tamir etti.
Daha sonra ki günlerde atinayı, Theodorakis'in muhteşem konserini gördük. Daha sonrada her akşam sahilde başka bir balıkçı köyünün yakında daki camping yerlerinde çadırda kaldık.
Yanımdaki alman arkadaşlarım, bana daha yolda gelirken, türk - yunan meselesinden dolayı bir sorun çıkmayacağını umduklarını ama bazı sorunların çıkacağını tahmin ettiklerini söylemişlerdi. Muhakak yunanistanda da aynen türkiyede olduğu gibi, kendini bilmez, basit milliyeçi, kardeşliğin değerini bilmeyen bir sürü insan vardır. Ama nedense,o yunanistana ilk gittiğimde bu tip insanlarla hiç karşılaşmadım. Sanki yer yarılıp, hepten ortandan kaybolmuşlardı.
Tam aksine, bir türk olduğum için heryerde daha iyi ağırlandık, kahveler, ouzolar ısmarlandı. Bu köylerde bir lokataya cafeye oturduğunuzda, türk olduğumu anladıklarında ya hemen bir yerlerden türkçe bilen birini buluyorlar, yada el kol işaretleri ile özellikle bana olan misafirperverliklerini göstermeye çalışıyorlardı.
Bir keresinde yine bir köyün lokantasında, çok yaşlı bir adam bana, sararmış çok eski resimleri gösterdi. Bunlar anadolunu ege kıyısındaki bir kasabasının veya köyünün resimleriydi. Resimdeki çocuğun kendisi olduğunu anlattı. Güzel geçen çocıkluğundan, babası ile balığa çıkısından anlattı. Sanki çok uzun yıllar sonra bir yakın akrabasını bulmuş gibi anlatıyordu. En sonunda ''biz buraya gelmek zorunda bırakıldık ama gönlümüz orada kaldı'' dedi ve ağlamaya başladı. Giderken boynuma sarıldı. Denizin tarafını göstererek ''oralara gidecek olursan, benden selam söyle'' dedi. İçim bir tuhaf oldu.
Bir gece de, rıhtımın yakınındaki bir lokantada ud eşliğinde hep birlikte sabaha kadar türkçe şarkılar, türküler söyledik.
Kimse topragini unutmuyor; 1989´da Ayvalik´ta Taksiyarhis kilisesinin hemen yaninda fakir bir evde Girit´li bir nine ile karsilasmistim; cok yasliydi, türkceyi unutmustu; hep memleketini (Girit´i) anlatiyordu. Torunlar rumca bilmiyor, nine türkceyi unutmus, sevgiyle birbirlerini anliyorlardi...herseyin basi "öteki"ni sevmeyi ögrenmek...
YanıtlaSil