24 Mayıs 2012 Perşembe

40 yıl önceye dair ...

(Engin Bozdağ)

1972-73 lerden kulaklarımızdan uzaklaştıkça; gönüllerimize yaklaşmış bazı sesler,bazıları soluklaşmış siyah beyaz resim kareleri, anı bahçelerimizden aşina çiçekler, bildik sesler...

Benim, sizin, bizim, bizlerin hikayeleri...



Zamanı bir anda kırk yıl öncesine taşıyıp ta; bir an için dondurmak istedim... Isterseniz sizde isimlerinizi bağırıp arayın kendinizi o kısa an zarfında;belki de geçmişiniz ya da mazideki gençlikleriniz cevap verecektir.İnsanlar zamanın kıyılarından ilerledikçe ileriye veya zamanı o kıyıların kenarından akıp geçen bir nehir gibi izlediğinde geçmişlerini de gençliklerini de daha fazla özler oluyorlar, bu noktada da o dönemdeki eski dostlarını, arkadaşlarını daha çok arıyorlar... 

Dostlarımızı ,arkadaşlarımızı yani kısacası kendimizi, kendiliklerimizi unutmamamız dileğiyle sevgiler hepinize...
40 yıl sonraki hikayelerimizi de anlatmaya çalışacağım,hazır olun dinlemeye. 


19 Mayıs 2012 Cumartesi

Bir avuç Yeşilköy ...

(Cem Üründül)
Benim almanyada oturduğum evin en üst katındaki çalışma odasının duvarları, benim için önem taşıyan insanların, hatıraların resimleri ve belgeleri ile doludur. 

Buradaki resimlerin önemli bir bölümü Yeşilköy ve İstanbul çekilmiş daha doğrusu çocukluğumun, ilk gençlik yıllarımın resimleridir. 

Dikkatle bakıldığında resimlerin arasında resim çerçevesini andıran küçük bir vitrin göze çarpar. İçinde bir kaç midye kabuğu, bir kaç çakıl taşı ve birazda kum vardır. 

Ben bu minik vitrini arada bir açar, içindeki nesnelere parmaklarımla dokunurum. Bunlar, pek ahım şahım görünmeseler bile, hala denize ve yeşilköye kokarlar. 

Şimdi itiraf etmem gerek. Ben bunları yeşilköyün sahilinden tam eski çirozun önündeki kumsaldan toplayıp, bavuluma koyup buraya getirdim. Yani işin doğrusu bir avuç dolusu yeşilköyü çaldım. Bilmiyorum ''aldım'' desem daha mı doğru olur? Buna da pek aklım yatmıyor. Her yeşilköylü veya yeşilköyü seven sahilden bir avuç alıp götürse, sahilin yarısı gider. 

Kendi savunmamı en iyisi şöyle yapayım;

Şu anda yeşilköyde yaşayan dostlarımız yılın her gününde, her saatinde, o kumsalla iç içedirler. Yeşilköyden uzaktakilerin böyle bir imkanı yoktur. Hele benim gibi 2500 kilometre uzaktaysanız, haliniz harap. Bazen aklınıza durup dururken yeşilköy gelir. Her ne denli yaşadığınız kent, ülke size memleket olmuş olmasına rağmen, anlam veremediğiniz bir özlem dolar bazı akşamlar yüreğinize. İşte böyle bir anda gereksinim duyarsınız, bir avuç yeşilköye. Duvardan alıp, masanıza koyar, kapağını açıp dokunursunuz, sihirli mücevherlermiş gibi bu çakıllara, kum tanelerine, midyelere...

Yani özel bir zorunluluk sonucu ''ödünç'' alınmıştır bu nesneler, çalmak anlamında değil. Oğluma vasiyetim var, ölümümden sonra o, bu emenetleri yeşilköy sahiline teslim edecek.

Bir sabah uyandığınızda bakacaksınız, kumsalda tek bir midye kabuğu veya tek bir çakıl taşı eksik değil....

10 Mayıs 2012 Perşembe

Artık rastlayamazsınız o üç harfin tatlı dizilişine: YJK diye...

(Engin Bozdag)

Top sahalarımız vardı Yeşilköy'ümüzde; köy yeşil, sahalarımız tozlu ve çamurluydu. Futbol keyifti, heyecandı, muhabbetti.

O zamanlar, bugünkü gibi çamurlu çirkef bataklıklarına bulanmamıştı. Delikanlı oyunuydu kısaca. Delikanlılığın köyünde köklü takımlarımız vardı ki bunlardan biri; beyazın saf temizliğiyle, denizimizin özgür mavisini seçmişti gönül renklerine.

Kuşaklar boyu aktarmıştı eski gençler, yeni gençlere bu bayrağı hep şanla şerefle, Eker'lerden, Antuanlar'dan, Enop'lardan; Fikret'lere, Cem'lere, Murat'lara. Toros'lardan, Aram'lara, Garo'lara ...

Efsane isimlerdi hepsi, hele köyün diğer efsane takımları Gençlik ve Kültür maçlarında, bir de ezeli rakip Sahakyan'la maç olunca devleşirdi hepsi, sonuç ne olursa olsun en üstte onur, seyir zevki ve keyif kalırdı.

Kokor, Bedo, Kemal, Zadik, Cengiz; Garbis, Vasil, Mustafa, Berç, Suat izlemek büyük zevkti hepsini, saha ve seyirci cümbüşü ahenkli bestelerini sunardı her Pazar.

Önce sahalarımızı aldılar elimizden yerine beton yığınları vererek, dostluklarımızı ve amatör ruhlarımızı gaspettiler sonra, bizleri hapsederek ruhsuzluk galerilerine.

Şimdi ne Cengiz var, ne Hampo, ne Bedo, ne Rafi. Ne Aziz kaldı, ne Berç,ne Serhan,ne Metin,ne Levon ne de Ümit...

Artık rastlayamazsınız o üç harfin tatlı dizilişine: YJK diye.

Ne kulüp binası, ne de mavi beyaz heyecanın emekle terle ıslanmış formaları yoklar şimdi.

Pazar günleri yolunuz eskiden büyük saha olan bölgeden geçerse ve de yerini bilen eskilerdenseniz o sahanın; bazen coşku dolu uğultulu bir ses duyarsanız şaşırmayın sakın;

O ses belki de; zengin anılar bahçesinden bir YJK lı'nın yaşattığı gol sevincidir, mavi beyazlı formasının renklerinden aksetmiştir, o şenlikli maçların seyirci kalabalıklarının dost sesidir, ya da bir Yeşilköy masalının; hasretlerinizin ve gençliklerinizin çağrısının sesidir o...



6 Mayıs 2012 Pazar

Jazz34149 / Yesilköyden jazz dolu bir sayfa..


Bu güzel sayfayı yapan ve katkıda bulanan arkaşlara küçük bir armağanımız..

3 Mayıs 2012 Perşembe

Dostluk üzerine


Biz haber etmeden haberimizi alırsın, 
yedi yıllık yoldan kuş kanadıyla gelirsin. 

Gözümüzün dilinden anlar, 
elimizin sırrını bilirsin. 

Namuslu bir kitap gibi güler, 
alnımızın terini silersin. 

O gider, bu gider, şu gider, 
Dostluk, sen yanı başımızda kalırsın. 


(Nazım Hikmet) 




Bence dostluk öğrenilmez. O yetenek, ana sütüyle, baba şevkati ile künyemize satır satır yazılır. Dostluklar ne zaman aşımına uğrar, ne de değer kaybına. Ne kimin nerede olduğuna bağlıdır, nede ne yaptığına. Yani çok tuhaf bir konudur bu. Çıkar meselesi desen değil, hesap kitap meselesi desen, hiç değil.


Bu konun içeriği üzerine, insanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar bir sürü bilim adamları, filozoflar, şairler düşünmüşler. Bir sonuç çıkmış mı, diye soracak olursanız hemen söyliyeyim; Hayır, sacede tarif etmekle yetinmişler.

Sayılarıda, iki elimizin parmaklarının sayısını geçmez, dost diye adlandırdıklarımızın. Tanıdığımız her iyi, aklı başında, dürüst insanların hepsinide dostluk kapsamına almayız nedense. Onlara başka sıfatlar buluruz, saygıdeğer bir tanıdık, çok iyi bir insan falan gibi.

Dost diye tanımladığımız insanları ne çok uzun süredir tanımamız gereklidir, ne de hayatımızın uzun bir süresini paylaşmamız gerekir. Ona rağmen kesinlikle biliriz dostumuzun kim olduğunu.

Büyük üstat Antoine de Saint-Exupéry güzel bir sözü var ; 

Hayatta en önemli şeyleri sadece yüreğimizle görebiliriz.
Ne kadar tuhaf bir şey bu dostluk....

(Cem Üründül)

Yunanistan sınırını ilk kez nasıl geçtim?


(Cem Üründül)

1983 yılının yazı olmalı. Almanyada yaşadığım kentte bazen akşamları yaptığımız gibi, yine genellikle sanatçıların, üniversitelilerin ve sol kesimin gittiği ''Pelikan'' isimli, pek lüks olmamasına rağmen canlı, herkezin herkezi tanıdığı meyhanede oturmuş bir şeyle içmekteyiz. Meyhanenin sahibi Abdul (68li solculardan, tunuslu) o akşam hiç durmadan Mikis Theodorakis'in müziklerini çalmakta. Gecenin geç saatleri olmuş, anlatıyoruz. Eski solcu Abdul yanımıza oturdu. ''Çocuklar, ben bu  Theodorakis' e oldum olası hayranım. Bu gün bir dergide okudum, önümüzdeki hafta sonunda Theodorakis Atinada bir stadyumda konser verecekmiş.  İnsanın vakti olacak, oraya gidecek. Konseri dinlemek, Atinayı bir gezmek, bir kaç günde sahilde bir yerde geçirmek. Ne kadar şahane olur. Ama ben yaz oldumu bu meyhane yüzünden hiç bir yere gidemiyorum.''


İçimizden biride bu lafın üzerine ''arkadaşlar, aslında hiçte fena fikir değil bu Abdul'un söylediği. Ben gitmeye karar verdim. Benimle gelecek daha üç kişi varsa, bir arabayla gideriz. O anda karar veriyorum, ''bende geliyorum''. İkide kadın arkadaş geleceklerini söylüyorlar. Tamam, hemen o gece planları yapıyoruz.